ANASAYFA

TASAVVUF

PORTRELER

ZİYARETCİLER

NAMAZ

ÖNCÜLER

EFENDİMİZ

MAKALELER

KADIN -AİLE

KUR`AN ve BİZ


   
  Kuran ve Biz - www.kuranvebiz.com
  itizal - uzlet
 

 

İ’TİZAL ‘İ’tizal’ sözcüğü, kişinin bedeniyle, hiç olmazsa kalbiyle bir şey ya da şeylerden, bir yerden, veya insanlardan uzaklaşması, oraya katılmaktan imtina etmesi, kendini ayırması, seçmesi gibi anlamlara gelmektedir.

 

Aynı kökten türemiş olan uzlet kelimesi, yalnızlığa çekilmek, ayrılmak, uzaklaşmak, kendisi ile baş başa kalmak anlamını ifade etmektedir. Fakat, aynı kökten türemiş olmakla beraber, esasta itizalle uzlet arasında oldukça ciddi bir fark vardır. Daha doğrusu, hicri ikinci asırdan itibaren gelişmeye başlayan mistik düşüncede ‘uzlet’ kavramı bu manaya bürünmüştür.

 

 

Uzlet, daha pasif bir tepkiyi, toplumdan kaçışı, içe kıvrılmayı temsil ederken, itizal, toplumdan kaçış değildir. Bulunulan yerden, konumdan veya içinde yaşadığı, kendi değer ölçülerine göre yönlendiremediği toplumdan bir kopma, ayrılma, ayrışmadır. Bazen böyle bir kopmanın, ana gövdeyi gölgede bırakacak denli aktivite gösterdiği, tarihte görülmüştür.

 

Mu’tezile sözcüğü de aynı kökten türemiştir ve kelime olarak ‘seçilip ayrılan, uzaklaşan’ demektir. Bilahare böyle bir ayrılma hikayesinin öznesi olan bir siyasi/fikrî/kelamî fırkanın ismi olmuştur.

 

Kur’an’da ‘itizal’ kavramını anlatmak için, başka bazı sözcükler de kullanılmıştır. Bunlardan biri ‘berâe’ kelimesidir. Nitekim ünlü Kur’an kelimeleri bilgini er-Rağıb el-İsfehanî de itizal sözcüğünü ‘berae’ kelimesiyle açıklamaktadır. Kur’an’ın, Allah ve Elçisi’nin müşriklerden berî olduğunu oldukça sert, hatta ‘ültimatom’ denebilecek bir üslupla bildirdiği sure, ilk kelimesine atfen ‘berâe’ adını almış, fakat ‘tevbe’ suresi olarak resmiyet kazanmıştır.

 

Şeytanın bir tavrı anlatılırken de berae sözcüğü kullanılmıştır.[1]  Fakat şeytanın beraesi, belli bir suçu/kötülüğü birlikte işleyen bir ekibin, bir yerden sonra yollarının ayrılması, birbirlerine bir anlamda ihanet etmeleri, şeytan gibi elebaşının diğerlerini yardımsız bırakması anlamındadır. Yani artık o, kendisine bir süre umut bağlamış yoldaşlarını yüzüstü yardımsız, günahlarıyla baş başa bırakmıştır.

 

Bütün insanlar sonuç itibariyle bir cemiyet içinde yaşarlar. Her toplumu toplum yapan birtakım bağlar vardır. Ortak bir ülkü, idealler ve amaçlar yoksa o toplumun toplum olması mümkün değildir. Bir toplum, -Kur’an’da Yasin suresinde konu edildiği gibi- henüz genelde yeni bir fikirle, özelde dini tebliğle muhatap olmamışken, orada bir itizalden bahsetmek uygun değildir. Çünkü toplumun hepsi Kur’an’ın deyimiyle “ataları uyarılmamış, kendileri de gaflet içinde”dir. Yani bir itizali doğuracak yeni bir fikir, bir ideoloji, siyasi, dini, sosyal bir proje yoktur ki, lehte ve aleyhte olanlar olsun da itizal söz konusu olsun. Yani toplumun bilinçlenmesi, yeni bir bilince ermesi ve yeni bir dünya görüşüne sahip olması için onlara yeni bir mesajın sunulması gerekmektedir. Henüz ilahi bir uyarıyla tanışmamış, cahiliyye karanlıkları içindeki insanlar, itizal etmeleri gerektiğini düşünebilecek bir alternatife sahip değillerdir.

 

İşte bu anlamda, insan hayatını düzenlemek için ilahi bir uyarı olarak gelmiş bütün vahiyler, toplumun içinden seçilen elçilerin lisanından topluma yansır yansımaz, derhal bir itizal hareketi de başlamıştır. Bu anlamda son peygamber Muhammed (s.a.v)ın ve mü’minlerin Mekke toplumundaki on üç yıllık dönemleri gerçek bir itizal sahnesi olmakla beraber, kronolojik olarak ondan önce bunun çok örneği bulunmaktadır.

 

Bu örneklerden en tipik olanı da ‘ashab-ı kehf’ kıssasıdır. Kendisinden pek çok mesajın çıkartılabileceği ‘ashab-ı kehf’ kıssasının bir bütün halindeki en önemli mesajı, Allah’a iman eden bir topluluk ile, iman etmeyen, Allah’ın dışında birtakım ilahlara tapan, ilahi yargıların yerine heva ve hevesini, beşeri sanal tanrıları rab edinen bir toplum arasındaki gayet onurlu, şerefli, izzetli bir ayrışma, kısaca itizaldir.

 

Ashab-ı Kehf’in itizal keyfiyetini ve biçimini kısaca irdelemek, bu kavramı bize daha belirgin kılacaktır. Kur’an Ashab-ı Kehf’i (mağara ehli) anlatmaya başlarken, ilkin onların mağaraya sığınmalarının altını çizmektedir. Bir avuç genç insanın, sadece ve sadece dini ayrılıktan dolayı, kısacası dinleri farklı olduğu için, kavmi ile bir arada yaşama imkanı kalmadığından ötürü, mağaraya çekilmeleri oldukça ilginç bir anlayış ve felsefeyi gerektirir. Mağaraya sığınmak demek, şehri terketmek demektir. Şehri terketmek ise, günün kendi şartlarına özgü de olsa, rahat bir ortamı, teknik araç gereçlerin konforunu, ticaretin (dolayısıyla paranın) sıcak yüzünü terketmek demektir. Kısacası, şehir hayatının sunduğu bütün imkanları terkederek, mağara gibi soğuk, bakımsız, tamamen doğal, sıradan bir zemini, yaşanacak mekan olarak tercih etmek demektir.

 

İşte böyle bir tercihi yapabilmek, “medeniyet”in yatağı olan, bütün cezbedici özelliklerine rağmen şehri terkedebilmek başlı başına ciddi bir tavır, siyasi, ideolojik bilinçli ciddi bir eylem, bir ayrışmadır. Yine Kur’an’ın şahadetine göre bu gençler, Rablerine yürekten inanmış gençlerdi. Bunun için de Allahu Teala onların hidayetini, bilinçlerini artırmış, kalplerini pekiştirmişti. İşte sarsılmaz imana sahip bu gençler, şöyle diyorlardı: “Rabbimiz, göklerin ve yeryüzünün Rabbi’dir!” Bu cümle çok anlamlıdır. Çünkü deist bir düşünüşle, Allah’ı sadece göklerin, kozmik alemin değil, aynı zamanda yeryüzünün, dünyanın da Rabbi olarak bilmekte, böyle iman ve ilan etmektedir.

 

Zaten onlarla kavimlerini ayrıştıran da tam bu noktadır. Şirkle imanın ayrıştığı hassas nokta da burasıdır. Eğer onlar da Allah’ı sadece göklerin rabbi bilselerdi, kavimlerinden ayrışma gerekçeleri ortadan kalkacaktı. Allah’ı yeryüzünün de Rabbi olarak kabul etmek, Allah’ın buyruklarının, yeryüzündeki insan hayatına müdahil olması anlamını doğurmaktadır. Allah’ın haramını haram, helalini helal bilmek, ibadet yapmak, güncel anlamıyla, Allah’ın, beşerî hayattaki hakimiyetini onaylamak anlamına gelmektedir bu kabul. Bu imanlı genç insanlar, asla Allah’dan başkasına yalvarıp yakarmamakta, O’ndan başka hiç kimseyi yüceltmemekte, hiç kimseyi veli edinmemektedirler. Allah’dan başka yardımcı, aziz, veli kabul etmeyi saçmalamak, abes bir söz, kabul edilemez bir dava olarak ilan etmektedirler. İşte bu bir avuç iman timsali insan, ırkdaşlarına karşı kıyam ediyorlar. Bu kıyam, Kur’an’dan anlaşıldığı kadarıyla- öyle taşla sopayla, kılıçla kalkanla kavmine savaşmaya girişmek değildir. Bu, keskin bir ayrışma kıyamıdır.

 

Bilgide, akidede, imanda, teslimiyette, kimi/kimleri aziz, veli, yüce, efendi, Rab kabul edecekleri konusunda yüzde yüz bir itizal, bir kopuş, bir teberrî (beri olma)dır. Bilinçlerinde Allah’ın rabliğini kabulü zedeleyecek en ufak bir şirk kırıntısı taşımamaktadırlar. Sanal ilahların sahteliğinden, onlara tapan kavmin budalalığından hiçbir kuşku duymamaktadırlar.

 

Müşrik kavimlerinin akılsızca Allah’dan başka tanrılara tapındıklarının farkındadırlar. Üstelik kavimleri, bu hususta, kabul edilebilir hiçbir açık delil de getirmemektedir. Bu yüksek tevhidî bilince sahip olan gençler, şöyle bir mantık geliştiriyorlar: Madem ki biz, Allah’a iftira atan, bu zalim kavmimizden de, onların tapındıkları tanrılardan da ayrıştık, onlarla saflarımızı ayırdık, yani itizal ettik; onlar bize şehirlerinde yaşama imkanı tanımamaktadırlar, o halde mağaraya sığınabiliriz! Hiç değilse Rabbimiz bize rahmetini ulaştırır ve bizi hayırlarla donatır! Böylece, tarihin tanıklık ettiği en güzel ayrışmalardan (itizal) birisi bu şekilde başlamış oluyordu. Kur’an’ın anlatımına bakılırsa bu insanların sığındıkları mağara, o günkü toplum tarafından bilinmemektedir.[2]

 

Bu mü’minlerin katıksız imanları, mağarada uyutulup uyandırıldıktan sonra da hala devam etmektedir. Kafir kavimden itikadi olarak ayrışmanın bir gereği olarak, karınlarını doyuracak bir şeyler getirmesi için içlerinden birini şehre gönderirken, “baksın, hangi yiyecek temizse ondan getirsin” diyerek imanî hassasiyetlerinde ne kadar gerçekçi olduklarını göstermektedirler. Yani onların ayrışması, sadece teoride değil, aynı zamanda pratikte de devam etmektedir. Kafir bir toplumun haramlarla örülmüş yiyecek içeceklerine karşı onlar Allah’ın helal kıldıklarını tercih etmektedirler. Arkasından, şehre gönderdikleri arkadaşlarına, dikkatli olması gerektiğini öğütlerken, iki önemli şey üzerinde hassasiyet göstermektedirler: Birincisi, eğer kafir kavim, yerlerini öğrenirlerse onları taşlayarak öldürürler diye düşünüyorlar. Ki bu elbette arzu edilir bir şey değildir. İkincisi ise, “ya da zorla bizi kendi dinlerine döndürürler, ki işte o zaman da ebedi olarak iflah olmazsınız” diyorlar. İşte bu son cümle çok önemli bir uyarı mesajı vermektedir. Kafir bir kavmin, kendi dinine döndürdüğü, yani kendilerine benzettiği, boyun eğdirdiği, onlar gibi yaşamak zorunda bıraktığı “mü’minler”in asla iflah olmayacakları gerçeğidir. Çünkü, uzlaşmayı seçen, takiyyeci, “köprüyü geçinceye kadar…” felsefesiyle hareket eden sığınmacı zümrelerin gerçekten de hiç iflah olmadıklarını, her geçen gün daha da kötüleşen bir dinlerinden uzaklaşma sürecine, dönüşü olmayan akim bir yola girdikleri gerçeğine, en iyi şimdiki zamanlarımız tanıklık etmektedir.

 

Demek ki bazı ilkeler, binlerce sene önce de, binlerce sene sonra da değişmiyor, değişmeyecek ve değişmemelidir. Özetlemek gerekirse, ashab-ı kehf, kafir kavimlerinin dininden farklı bir dine (Allah’ın dinine) iman eden, cahiliyye yaşam biçimini terk eden, müşrik bir kavmin bütün değer yargılarını ellerinin tersiyle iten, cahiliyye toplumunun çirkefliklerinden kendilerini arı-duru tutmayı isteyen bir grup mü’minin hikayesidir. Şirkle tevhidin, küfürle imanın, cahiliyye ile İslamın ayrışması; bu iki kategorinin bir arada olamayacağının bir ispatıdır.

 

Yukarıda değindiğimiz gibi, Kur’an başka ayetlerde de farklı sözcüklerle böyle bir ayrışmayı hedef olarak göstermektedir. Bunlardan biri de Kafirûn suresidir. Orada da, Peygamber (s.a.v) ın lisanı üzre, kafirlerin taptıkları ile, Peygamber ve mü’minlerin taptıkları ilahın/ilahların tamamen farklı olduğu, ne kafirlerin Peygamberin ilahına, ne de Peygamberin, kafirlerin ilahlarına tapmalarının mümkün olmadığı çok keskin bir dille açıklanmaktadır. Arkasından şöyle denmektedir: “Sizin dininiz size, benim dinim banadır!” Bu, gerçek bir ayrışmadır.

 

Ayrışma ilkin akidede başlamaktadır. Akide, dinin ve sosyal hayatın, beşeri münasebetlerin, ilaveten siyasi duruşun temelidir. Akidede ayrışmayanların, ayrışacakları başka önemli bir mesele kalmamaktadır. Bu şekilde keskin bir dille ayrışma örneğini, Allah’ın “usvetun hasene” olarak takdim ettiği İbrahim Peygamber ve yanındaki mü’minlerde de bulmaktayız. İbrahim ve yanındakiler, kafir kavimlerine şöyle tavır koymuşlardı:

 

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar, (kafir) kavimlerine şöyle demişlerdi: Biz sizden de, Allah’ın dışında bütün o taptıklarınızdan da uzağız! (İnandığınız her şeyi) inkar ediyoruz. Siz, yalnızca Allah’a iman etmedikçe, bizimle sizin aranızda sonsuza dek düşmanlık ve öfke vardır! Ancak İbrahim’in, babasına, ‘senin için mağfiret dileyeceğim, fakat yine de senin için Allah’dan hiçbir şeye kâdir olamam’ demesi bir istisnadır. (Dediler ki,) Rabbimiz! Sana güvendik ve Sana yöneldik. Dönüş de sadece Sana’dır!” (60/Mümtahine, 4)

 

İşte İbrahim’in güzel örneği budur. Yani kafir kavminin tanrılarını, değer yargılarını tanımamak; “çağın gerçekleri”ne teslim olmamak; değil zorluğu, sıkıntıyı, canlarının tehdit altında olmasını, kafir kavimleri tarafından maruz kaldıkları birazcık bir dışlanma karşısında derhal bütün akidesinden, ahlaki tutumlarından, namazından, niyazından vb.. vazgeçmemek…

 

İbrahim’den bize miras kalan, kendi öz babamız dahi olsa, müşriklerle yollarımızı ayırmaktır. İtizal, ilk başta akidede, sonra düşüncede, arkasından amelde olmalıdır. Zaten akidede gerçek bir ayrışmayı yapabilmiş olanlar, diğerlerine de azami itinayı göstereceklerdir. Akidenin en küçük bir şekilde bile şirk pisliği ile karışmamış olması gerekir. Kur’an karşıtı hiçbir unsur içermemelidir. Hiç kimsenin hatırı Allah’ın hatırından daha yüce bilinmemelidir. İşte böyle bir akide zaten müslümanların düşüncesini arı-duru hale getirecektir. Bu arınma, dile, söyleme de yansıyacaktır. Müslümanlar, ayrışmayı flulaştıracak söylemlerden, islami içeriği net olmayan, özellikle batı modernizminin ürettiği kavram ve kelimeleri kullanmamaya özen göstermelidirler.

 

Müslümanlar çok zaman, kendilerini kuşatan şartları ciddi şekilde sorgulamadan kolayca teslimiyeti seçmektedirler. Belki günümüzde bir mağaraya sığınmak mümkün ve de çözüm olmayabilir. Fakat mesela İbrahim Peygamber de, mağaraya sığınmadan itizali pek güzel örneklendirmişti. Muhammed (s.a.v) ise hicretle kafir kavminden itizal etmiş, kavminin başvurduğu her türlü yola rağmen, dik duruşunu asla bozmamıştı.

 

Günümüzde “islamcılık bitti mi?”,siyasal islam iflas mı etti?” gibi soruların cevabı, “müslümanların ayrışmaya niyeti ve çabası var mı?” şeklindeki sorunun cevabı ile alakalıdır. Şirkten, küfürden, batıldan ilk başta akidede yüzde yüz ayrışmayan mü’minlerin gerçek bir islami hareket başlatabilmeleri mümkün değildir. Çünkü Kur’ani olmayan bir akide ile İslami bir düşüncenin geliştirilmesi, ardından, islami hareketin başlatılabilmesi mümkün değildir. Böylesi durumda ortaya çıkan şey İslam değil, uzlaşma, uyuşma, şirkle barışma, şirke ve küfre rıza, kendi inançlarından taviz verme olacaktır.

 

Müslüman toplumların tarihinde genelde dinin “siyasi iktidarın güdümünde ve hizmetinde” bulunageldiği bir gerçektir. Bu olgu hala geçerliliğini korumaktadır. Bu açıdan bakıldığında müslümanların yıkmaları gereken tabular, aşmaları gereken engeller çok fazladır. Bir taraftan, iktidarın hizmetindeki dinden yana olan kemikleşmiş bir toplumsal doku, diğer taraftan ise, dinin, kitleler için afyon görevini icra etmesinden razı olan siyasi iktidarlar söz konusudur. Öte yandan, sisteme, bir yığın çıkar ilişkisi nedeniyle elini kaptıran dînî cemaatler, tarikatlar ve gelenekçi toplum önderleri, bahsedilen türde Kur’ani bir ayrışmaya razı değildirler. Çünkü bu kişi ve gruplar, bir kez ve her ne vesileyle olursa olsun “la ilahe illallah” diyen bütün insanları mü’min saymaktadırlar. Dolayısıyla, “hepimiz kardeşiz, hepimiz bir gemide bulunuyoruz” gibi naiv söylemlerle, kendilerini kandırmaktadırlar.

 

 

Hiçbir dindar ile aslında aynı gemide olmayı istemeyen karşı taraf ise, esasında sözkonusu naiv söylemlere sadece gülmekte, fakat maslahat gereği inanmış görünmektedirler. Bir taraftan demokrasinin koruyucu kalesine sığınan, diğer taraftan islamdan da vaz geçmeyen kişiler; sesi çok gür çıkan mikrofonlardan, hakimiyetin göklerde Allah’a, yeryüzünde insanlara ait olduğunu savunan insanlar, bu zihin bulanıklığı ile nereden, kimden, nereye, ne kadar ve nasıl ayrışabilirler, bunların cevabının aceleye getirilmeden, sakin bir ortamda verilmesi gerekmektedir…

İtizal, yani putperest kavminden ayrışmak, insanlarla bütün ilişkileri kopartıp, bir gettoya hapsolmak anlamına gelmez. Dolayısıyla itizal, mü’minlerin emr-i bil maruf nehy-i anilmünker’de bulunmalarına, daha genel anlamıyla tebliğ yapmalarına mani değildir. Hatta en gerçekçi, maksadın en iyi hasıl olacağı tebliğ, muhatabın, kendisinin tebliğe muhtaç birisi olduğunu algıladığı bir ilişki biçimidir.

 

Kendisinin, mü’minlere göre “öteki” olduğunu rahatlıkla düşünebilmelidir. Fakat günümüzde dine açıkça küfredenlere bile, “siz de müslümansınız” denerek, din adına barış havariliği yapılmaktadır. Böyle bir algı düzeyinde tebliğ yapmak tabi ki abes kaçmaktadır(!) Oysa bütün insanları Allah’ın dinine davet etmek, ölünceye kadar mü’minlerin asli görevleridir



[1] (8/Enfal, 48)

[2] (18/20)

 
  Bugün toplam 8 ziyaretçimiz var  
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden