Erhan Aktaş / İktibas Dergisi - Ağustos 1995
Yaşanan ömür yürünen yol gibidir. Nasıl ki yürünen (gidilen) her yolun bir sonu varsa bu yolun da bir sonu vardır. Ve yol ahiret yurdunda bitmektedir. Bu yolu, istesin istemesin herkes kendisine verilen süre içinde yürümek zorundadır.
Bu yol bir gün bitecek. Nasıl bitmesin? Sonu olmayan yol yok ki. Hepimiz ve her canlı sonlu olan bir yolu yürümekteyiz. Bunu değiştirmeye hiçbir varlığın gücü yetmez. Allah'ın değişmez yasasıdır bu. Koyduğu yasayı da ancak yasa koyan değiştirecektir (kıyametin kopuşu). Bu gerçeği hepimiz biliyoruz. Biliyoruz bilmesine de, bilgimiz, "bilince" ne oranda dönüşmekte, duyularımızda bunu ne oranda hissetmekte, duyumsamakta ve özümsemekteyiz. İşin farkında olmadıktan sonra, kuru bilginin ne önemi var?
Yaşamakta olduğumuz hayata baktığımızda, ahiret inancının ne derece bir yeri olduğunu görmemiz mümkün. Herkes kendisine ve yaptıklarına baksın. Yürümekte olduğumuz yolu ve o yolun biteceğini unutmuş gibi bir vurdumduymazlık içinde, tüketmekte olduğumuz ömür bizim değil mi?
Ahiret inancının yaşadığımız hayata ne denli etki ettiğini görmek için herkes yaptıklarına bir baksın. Ve yapıp ettiklerini ölçsün. Zira ahiret inancının etkisi veya etkisizliği insanın yapıp ettiklerinde ortaya çıkmaktadır. Bu konudaki samimiyetimizi de böylece görmüş ve anlamış oluruz.
Bu yolun (hayatımızın) bir gün biteceğini, müslüm-gayrimüslüm kim varsa bilmekte ve inanmaktadır. Ya ondan sonrası? Sözümüz bu yolun bitimi ile herşeyin de biteceğini sanan ve böyle inananlara değil; yeniden dirileceğine, hesap gününe, cennete ve cehenneme iman edenedir. Diyoruz ki: Madem böyle bir inancı taşıyoruz, o halde gelin ahirete olan imanımızı bir kez daha gözden geçirelim. Geçirelim ki, varsa üzeri küllenmiş bir yanımız ateşin üzerindeki külü savurup ateşi yeniden alevlendirelim.
Ahiret inancının hayatımızdaki etkisinin ne kadar önemli olduğu Kur'an'ın ona verdiği önemden de anlaşılmıyor mu? 23 yıl süren vahy mesajının özellikle Mekki olanları insanları sürekli olarak Allah'ı birlemeye, ölümden sona dirileceklerine, hesaba çekileceklerine, cennetin ve cehennemin varlığına inanmaya çağırmaktadır.
İman edenler de bu konuda sürekli uyarılmakta ve bu inancın onların kalbine ve beynine (aklına) iyice yer etmesi/yerleşmesi istenmektedir. "Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir. Asıl hayat ahiret hayatıdır. Keşke bilselerdi." (Ankebut-64) "Ayetlerimizi görmezlikten gelen, bize kavuşmayı ummayan ve dünya hayatına razı olup, onunla yetinenler var ya, işte onların kazandıklarına karşılık varacakları yer ateştir. (Yunus-7,8)
Ölüm yoksa, hesap yoksa, cehennem ve cennet yalansa, ödül ve ceza verilemeyecekse, o zaman kim Allah'ın emrine uyar. Ölümle her şey yok olacaksa; yaşanılan hayatı herkes kendi arzu ve çıkarına göre düzenleyecektir. Allah'a inanan da inanmayan da böyle yapacaktır. Kim ne yaparsa, yaptığını yanına kâr kalır sayacaktır.
Bu kısa hatırlatmadan sonra, yeniden konumuza dönüyor ve soruyoruz: Gerçekten ahirete inanan bir kimsenin heva ve hevesine uyması, kötü işler yapması, şeytanın adımlarına uyması mümkün mü? Bu inancın korumasına giren, kötülüğe karşı korunmada yeterli sabrı ve direnci elde etmiş olur. Kendini, cennete ne götürecekse, onu yapmak yaşamının temel amacı olur.
Bir insan ne kadar güçlü olursa olsun, ne kadar çalışırsa çalışsın yer ile gök arasındakilerin tümüne sahip olabilir mi? Oysa ki, Kur'an'ın tabiri ile azabı görecek olanlar yer ile gök arasında olanların hepsi ve bir o kadarı daha onların olsa cehennemden kurtulmak için vermek isteyecekler fakat yine de kurtulamayacaklardır.
"Rabb'lerinin çağrısına uyanlara en güzel karşılık vardır. Uymayanlar ise, yeryüzündekilerin hepsi ve onun bir katı kendilerinin olsa, azaptan kurtulmak için onu fidye vermek isterlerdi. İşte onlar hesapları kötü olanlardır. Varacaktan yer cehennemdir. Orası ne kötü bir barınaktır!" (Rad-18).
Ya cennet, hak edenlerin dışında hiç kimsenin hiçbir biçimde sahip olması mümkün olmayan bir "değer" değil mi? Öyle bir değer ki hiçbir değerin almaya güç yetiremeyeceği ve yalnızca ona layık olanların sahip olabileceği bir değer. Cehennem azabından korunmak isteyen, cenneti arzu eden, gereğini de yapar.
Ölümsüz (ebedi) bir hayat ve cennet, ölümlü ve geçici olan bu hayat için feda edilir mi? Bu nasıl bir alışveriş. Böyle bir alışverişi yapan, bile bile kaybetmiş sayılmaz mı? Bile bile hangi akıl sahibi kaybetmeyi ister. O zaman şöyle bir soru aklımıza gelmektedir. Acaba inanıyoruz dediğimiz ölümsüz hayat hakkında kuşkularımız mı var. Ki çok az bir değere sahip olanı, değeri ölçülemeyecek büyüklükte olana tercih etmekteyiz.
Öyle ya, yer ve gök arası ne varsa hepsi bizim olsa ve onları vereceğimiz halde yine de almaya güç yetiremeyeceğimiz kadar kıymetli olan cenneti, Allah kendine kul olmamız karşılığında bize vereceğini vadetmiştir. Malımız ve canımızla Allah'a gereğince yapacağımız kulluk karşılığında cenneti satın alacağımıza inanıyorsak, kulluğumuzun gereğini yapan mü'min'ler olmalıyız. Kulluğumuza hiç kimseyi layık görmeden, hiç bir güce boyun eğmeden, dini Allah'a has kılarak ona yönelmeliyiz.
Cehennem korkusu ve cennet arzusu, kişiyi şerre karşı korur, hayra yönlendirir. Kendisini şerre karşı korumayan ve hayra yönelmeyen, cehennemden korkmayan, cenneti arzu etmeyen gibidir. "Keşke toprak olsaydım" pişmanlığını yaşayanlardan olmamak ve "Onlara: bu günü önemsemeyişinizin cezasını çekin. Bu gün bizde sizi önemsemeyiz. Yaptıklarınıza karşılık edebi azabı tadın denir." (Secde-14) denmemesi için yaptığımız her işte cennet ve cehennemi gözönünde bulunduralım.
Cennet ve cehennem, alıcısı için ortaya konmuştur. Seçim ikisinden birisidir. Cenneti satın almak isteyen, onun ücreti ne ise o ücreti bu dünyadaki çalışması karşılığında biriktirmek zorundadır. Cenneti alacak ücreti biriktirmeyenler onu alamazlar. O kazancı elde etmek için Allah'a nasıl kulluk yapması gerekiyorsa o şekilde hareket etmelidir.
Ahiret inancı, insanı Allah'a kulluk yapmaya hazır hale getirir. Bunda yakin iman sahibi olan, her türlü haramdan, günahtan ve kötülükten uzak durma, iyi, güzel ve doğru olana yönelme ve hayırlı olanı yapma konusunda Allah'ın emirlerine uyacak ve onun koyduğu ölçüyü koruyacaktır.
Ahiret inancı Müslümanca ve mü'min'ce bir hayatı yaşamanın zeminini oluşturur. Cenneti, cehenneme tercih edenlere, cennete götürücü olanı yaptıracak, cehenneme götürücü ne varsa onlardan da uzak tutacaktır. Çünkü hiçbirşey cennet gibi güzel, cehennem gibi kötü olamaz.
Allah'ı birlemenin, yalnızca O'nun hükmünün geçerli olduğunu; ölümden sonra dirilmeye inanmanın, hesap verileceğini; cennet ve cehenneme inanmanın, yaptıklarımızın karşılığında bize ne verileceğini; cehennemden kurtulmak ve cennete gitmek için nelerin yapılması gerektiğini de beraberinde getirdiği için, Kur'an ahiret konusunu çok canlı ifadelerle anlamlı bir biçimde dikkatimize sunmuştur.
Ahiret inancına sahip olan kimse öyle bir güç elde eder ki; hiçbir güç kendisine Allah'a giden yolda engel olamaz. Bu inanç her türlü zorluğu aşacak kararlılık ve güç demektir. Mü'min için hiçbir şey cenneti kaybetmeye değmez.
Baştan sona, bu konuda Kur'an'ın sürekli ikazına muhatap olan bizler, kulluğumuzun bir gereği olarak bu ikazı ulaşabildiğimiz herkese götürmeliyiz. Bir gün öleceğimizi, ölümden sonra yeniden dirileceğimizi, hesaba çekileceğimizi, kazandıklarımıza karşılık ya cennet ya da cehenneme gideceğimizi, cennete gitmek için nasıl olmamız gerektiğini, başta kendimize olmak üzere herkese hatırlatmalıyız. Böylece şeytanın vesveselerine ve hevamızın arzularına yenik düşmekten korunmuş oluruz.
Kur'an yüzlerce ayetle bu konunun öneminden söz etmektedir. Çünkü cehennemden korunma gereği duymak, ancak onun varlığını kabul etmekle mümkündür. Cehennemin varlığını kabul ise, ona götüren ne varsa, ondan uzak durmaktır. Öyle ya yaptıklarına karşılık hesap vereceğine inanan bir kimsenin, kaçınması gerekenleri yapması mümkün mü? Küfre rıza göstermesi, tağuta kulluk etmesi, müşriklerle uzlaşmayı benimsemesi, yeryüzündeki haksızlık ve zulme seyirci kalması, kardeşliği ve kardeşlik hukukunu hiçe sayması mümkün mü?
Cehennemden korkmadığımızdan mıdır (!), yoksa cenneti istemediğimizden midir bilinmez! Ama ticaretimiz bozulmasın, rahatımız kaçmasın diye, müslümanlara karşı işlenen bunca zulüm ve haksızlığa rağmen seyirci kalmamız, hesap gününe olan eminliğinizin bir ölçüsü sayılmaz mı?
Rızkımızı teminde, malımızı ve canımızı korumada, hayır ve şerde, umut ve umutsuzlukta, güven ve endişede takındığımız tavır; kulluğu Allah'a has kıldığımızı ifade ediyor mu?
Ahiret inancımızı devamlı sorgulamak öyle sanıyorum ki yaşadığımız hayata anlam verecektir. Tercihimizin bize neyi kazandırdığını veya kaybettirdiğini bir kez daha düşünmek bize çok şey kazandıracaktır.