Formalitelere Kurban Edilen Hacc!
Kuşkusuz ki hacc, dinimizin en önemli rükünlerinden biridir. Ne var ki içinde bulunduğumuz şartlar dikkate alınarak hacca gidip gitmeme konusunda yapılan tartışmaların hepimiz şahidiyiz. Bu gerçeği dikkatlerinize sunduktan sonra şimdi asıl konumuza geçebiliriz.
Tartışmasız olarak şu bir gerçektir ki: Rabbimiz hiç bir hükmünü "iş olsun" diye ve "gereksiz yere" koymamıştır. Bizden istenen her şeyin bir amacı vardır. Ve yapılan şey o amacı gerçekleştirmiyorsa, yapılmasının bir anlamı yoktur. Diğer bir deyimle yapılan iş, amacı gerçekleştiriyorsa ibadet, gerçekleştirmiyorsa adetten başka bir şey değildir.
Nasıl ki namazın amacı Allah'a yönelmek, kulluğun ve itaatin ortaya konmasında bağlılık ifade etmek, "münkerden" ve "fahşadan" korunmaksa ve eğer kişi kıldığı namazla bunları gerçekleştirmiyorsa; niçin namaz kıldığının bilincinde değilse o namaz boşuna kılınıyor demekse; nasıl ki "bir kimse secdenin anlamını kavramadıkça alnını yere koymaktan başka bir şey yapmamış" oluyorsa, tıpkı bunlar gibi "amacına" uygun olmayan, amacı gerçekleştirmek için yapılmayan her şey boşuna yapılıyor demektir.
Şimdi bu gerçekten hareketle hacc ibadetinin amacına uygun yapılıp yapılmadığını kısaca değerlendirmeye çalışalım.
Konuyu iki açıdan ele almakta yarar görmekteyiz. Birincisi hacc ibadetinin ne olduğu, ikincisi de günümüzde yapılan biçimiyle bu ibadetin sahih yapılıp yapılmadığı.
Konuya ikincisinden ve özellikle Türkiye'li hacıların durumlarını dikkate alarak başlayalım.
Resmi rakamlara göre bu yıl hacca giden altmışbin Türk hacı içinde çok azı hariç, büyük çoğunluğunun haccın amacının ne olduğunu bilmediği söylenebilir. Türkiye'li hacıların büyük bir çoğunluğu, niçin hacca gittiğini bilmediği gibi; işin asıl vahim yanı bu hacıların İslami anlayışları da tamamen geleneksel kültüre dayalı, bidat ve hurafelere göre oluşmaktaydı. Hacıların başında görevli olarak gönderilen (söylendiğine göre yüz milyon ile seksen milyon harcırah verilerek ve diğer masrafları karşılanarak) diyanetin hocalarının da bu konuda diğer hacılardan bir farkı yoktu.
Öyle ki otuziki günlük hacc süresince bu görevli zevat, hacılara "masal"dan başka hiçbir şey anlatmadı, işin ilginç yanı hemen hemen bütün hocaların repertuarı aynıydı. Tamamına yakını bidat ve hurafelerden oluşan bu repertuarın liste başında ise hadis olduğu söylenen "hacı olanın bütün günahlarının silineceği, annesinden doğduğu ilk günkü kadar günahsız olacağı" hurafesi vardı. Hocalar hacc sırasınca her fırsatta bu konu üzerinde durarak, sanki hacca gitmenin ne kadar karlı bir iş olduğunu vurgulamak istiyorlardı.
Türkiye'li hacıların hacca niçin geldiklerini ve haccın amacını bilmediklerini söylemekten kastımız, haccın "gerçek anlamını" bilmediklerini ifade etmektir. Yoksa yaş ortalamaları altmışbeş olan bu insanlara göre haccın amacı o güne kadar işledikleri günahlardan kurtulmaktı. Deyim yerinde ise herkes günahını sıfırlamaya gelmişti. Zaten ayağının biri çukurda olan ve istese de artık günah işleyecek enerjisi kalmamış bu hacılarımız için hacc; geçmiş bütün günahlarını sildiği için bu dünya ile ilgili hiçbir mesajı olmayan sadece öte dünya için yapılan bir ibadetti.
Bu gerçekler dikkate alındığında rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki: Diğer İslami bütün değerler gibi hacc da tamamen "ifsad" edilmiş, "amaçla "araç" yer değiştirmiş; araç amacın yerini almış durumdadır. Böyle olunca da hacc sadece yapılmak için yapılan bir ibadete dönüşmüş. Bu bakımdan kafasında birçok ilah ("put") bulunan ve Tevhidi düşünceyi kavramamış bu kimseler için "turistik bir gezi"den başka birşey yapmadıkları söylenebilir. Bunun böyle olduğunu anlamak için hacdan dönenlerin anlattıktan şeylere bakmak yeterli olur sanırım.
"Araç", "amacın" yerini alınca, geriye araçları kutsallaştırmak kalmaktadır. Bu görevi de diyanetin hocaları büyük bir başarı ile yerine getirdiler. Hacca gitmek önemliydi, niçin gittiğin değil, yaptığın şeyler önemliydi niçin yaptığın değil. Hocalar doğrudan böyle demediyseler de hacc süresince ne haccın ne de yapılan şeylerin niçin yapıldığına dair tek kelime olsun söylememeleri konunun böyle algılanması için yeterliydi. Durum böyle olunca da hacla ilgili ne kadar ibadet varsa bunların niçin yapıldığı bilinmeden sadece şekilden ibaret olarak yapıldı. Tavafın, Arafat'a çıkmanın, ihrama girmenin, sa'y yapmanın, şeytan taşlamanın, Müzdelife ve Mina'da vakfe yapmanın ne anlama geldiği bilinmeden.
Program gereği Medine'de sekiz gün kaldık. Medine denince akla ilk gelen şey Mescid-i Nebevi'dir. İsminden de anlaşılacağı gibi Peygamber Efendimiz'in mescidi olan bu yerde şu anda Peygamber Efendimiz'in, Hz. Ebu Bekir'in ve Hz. Ömer'in mezarları (etrafı içi görülmeyecek şekilde kapalı) bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz'in: "Mezarımı ziyaret eden sağlığımda beni ziyaret etmiş gibi olur", "her kim Medine'ye uğrarsa burada kırk vakit namaz kılsın" ve "burada kılınan bir vakit namaz bin vakit namaza bedeldir" dediği iddiasıyla hacca giden herkes zorunlu olarak -kırk vakit namaz kılmak için- Medine'de sekiz gün bekletilmektedir.
Amacımız Medine'ye gitmeyi tartışma konusu yapmak değildir. Hacca giden herkesin muhakkak Medine'ye uğramasında çok büyük yararlar görmekteyiz. Nasıl gidilmesin ki; Peygamberimizin, Hz. Ebubekir'in, Hz. Ömer'in mezarları ile Mescid-i Nebevi'nin bitişiğindeki "Cennet-ül Baki" denilen ve Hz. Osman, Hz. Âli ile sahabenin tamamına yakınının mezarlarının içinde bulunduğu mezarlık; öte yandan Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının yapıldığı yerler, Peygamberimiz'in -kendi elleriyle kerpiç taşıyarak- yapımında yardımcı olduğu Mescid-i Küba ve Mescid-i Kıbleteyn'in ve daha birçok önemli değere sahip eserlerin bulunduğu Medine'ye uğramamaktan daha büyük bir kayıp düşünülemez. Bu saydığımız yerlerin her birinde, sanki 1400 yıl öncesine giderek o günü canlı olarak yaşıyormuşçasma hissettiğiniz duygunun insanda bıraktığı hazzı ifade etmek ise elbetteki mümkün değildir.
Bu gerçeği böylece ifade ettikten sonra gelelim haccın adeta bir "rüknü" haline getirilen Medine ziyaretiyle ilgili anlayışın doğru olup olmadığına. Bu konuda Kur'an'dan herhangi bir ayet göstermek mümkün değildir. Konu tamamen yukarıda geçen hadis olduğu söylenen sözlere dayandırılmaktadır.
Oysa ki hadis olduğu söylenen bu sözlerin İslamla bağdaşan bir tarafı yoktur. Hacca giden bir kimsenin dilerse Medine'ye uğrayıp uğramama ve Medine'de isterse birgün isterse yirmi gün isterse daha fazla kalma hakkı bulunduğuna inanmaktayız. Bu tamamen insanın kendi tercihine bağlıdır. Ayrıca şu husus çok iyi bilinmelidir ki: Kur'an'a göre namazda önemli olan kılınan yer değil huşudur, ihlastır. Değil şu anda Mescid-i Nebevi'de kılınan namaz, diyelim ki Peygamber (s.a.v.) şu anda yaşıyor olsaydı da O'nun arkasında namaz kılan bir kimse ile dünyanın herhangi bir yerinde namaz kılan bir kimsenin kıldıkları namazları mukayese edersek, bizce Allah nezdinde daha üstün olan namaz, daha "ihlaslı" kılınan namaz olurdu. Onun için "Mescid-i Nebevi'de kılınan bir vakit namazın bin vakit namaza, Kabe'de kılınan bir vakit namazın ise yüzbin vakit namaza bedel olduğuna" dair rivayet edilen hadisin uydurma olduğu apaçık ortadadır. Ayrıca ekonomik durumları müsait olmadığı veya başka nedenlerle hacca gidemeyenler için bu durum çok büyük haksızlık olmaz mı? Allah böyle bir haksızlığa razı olur mu?
Genellikle kırk elli kişilik gruplar halinde dolaşan İranlılar daha çok önemli yerlerde her fırsatta yere oturuyor, başlarında bulunan mollanın yaptığı duaya eşlik ederek kadın erkek devamlı ağlıyorlardı. Gruplardan birisinin Türkçe dua ettiğini görünce (Tebriz Türkmenlerinden) ilgimi çekti. Yanlarına yaklaşarak dinlemeye başladım. Yaptıkları duayı dinleyince, ağlamakta haklı olduklarına karar vermemek mümkün değildi. Yapılan duayı özetlersek: Başta ABD ve İsrail olmak üzere İslam'a karşı cephe almış güçler, çok etkileyici ifadelerle lanetleniyor, 25 yıl boyunca arkasından annelerin gözyaşı döktüğü Hz. Hüseyin'in ve İslam şehitlerinin geride bıraktıkları İslam'ın, izzet ve şerefinin korunmadığını; bunun sorumluları olarak kendilerini kınıyor, bu dini korumak ve emperyalistlere karşı mücadele etmek için bir yandan Allah'tan yardım diliyor, bir yandan da Allah yolunda mücadele edeceklerine dair Allah'a söz veriyorlardı. Yapılan duadan oldukça etkilenmiş ve duygularıma hakim olamayarak onlara iştirak etmiştim. Bu durumu gören grubun başındaki molla, sözlerini bitirdikten sonra yanıma gelip beni kucakladı ve birbirimize kenetlenmiş halde bir süre beraberce gözyaşı dökmeye devam ettik.
Sekizinci günün akşamı Medine'den Mekke'ye hareket ettik. Mikat sınırında temettü haccına niyet ederek Mekke topraklarına girdik. Temettü haccının birinci bölümü olan Umre için ihrama girdik. Kabe'yi tavaftan sonra sa'y yapıp ve traş olup ihramdan çıktık. Bu şekilde umre haccını tamamlamış olduk.
Asıl haccın başlamasına iki haftadan fazla zamanımız vardı. Bu zamanı nafile tavaflarla Kabe'de kılınan namazlarla ve önemli yerleri (Peygamberin evinin bulunduğu yeri -evin yerinde şu anda küçücük bir kitaplık bulunuyor) Hz. Hatice'nin içinde bulunduğu mezarlığı (Cennetül mualla) Hira Mağarasını, hicret ederken Hz. Ebubekir'le gizlendikleri mağarayı, Arafat'ı...) ziyaret ederek değerlendirmeye çalıştık.
Mekke bana ilk etapta biraz soğuk gelmişti. Sanırım bu soğuklukta Rasulullah'ın hicrete zorlanması, Mekke'den kaçmaya mecbur bırakılmasının payı büyüktü. Onüç yıl boyunca her türlü boykota, işkenceye ve tehdite rağmen direnerek insanları tevhide çağıran; alemlere rahmet olarak gönderilmiş bir kimseye o topraklarda hayat hakkının tanınmamış olması aklıma gelince içime ister istemez bir burukluk girmişti.
Allah'ın evinin bahçesinde kral kendisine bir ev yaptırmış. Bir yandan Allah'ın, bir yanda kralın; iki ev yanyana. Kralın evinin sahip olduğu görkem ise işin cabası. Sadece kralın evi mi? Büyüklük ve kapsadığı alan itibariyle bir milyon insanın namaz kıldığı Kabe'den daha büyük olan Kralın evi yetmiyormuş gibi, bir de Kabe'nin bahçesine adeta Kabe'ye meydan okurcasına Hilton Hoteli dikilmiş. Kısaca Kabe kuşatma altına alınmış. Bu haliyle -pratikte olmasa da- mana itibariyle Kabe işgal edilmiş görüntüsündeydi. Deyim yerinde ise Peygamber (s.a.v.)'in Kabe'den attığı putlar, şekil değiştirerek yeniden yerlerine dikilmişlerdi.
Diğer ülke hacıları hakkında bir şey söylemek zor olsa da Türkiyeli hacıların içinde, bu kuşatmanın bilincinde olan çok az insan olduğundan eminim. Hatta İran'lı hacıları istisna tutarak, bütün dünya hacıları için böylesi bir yargıda bulunursak haksızlık etmiş sayılmayız sanırım. Zira kralın evinin yapıldığı yılda İran'lı hacılar buna razı olmamış, kralın evine yaptıkları taşlı saldırının karşılığında 400'ün üzerinde şehit vermişlerdi.
Hacc, baştan sona ayrı ayrı bölümlerden oluşan bir gösteriler bütünüdür. Allah'ın insanın Rabb'ı, Malik'i ve İlah'ı olduğu; her türlü egemenliğin yalnızca Allah'a ait olduğu, Allah'ın dışındaki bütün ilahların reddedildiği anlamına gelen bir gösteri. Ve bu gösteri adetâ askeri bir tatbikat gibi her yıl tekrar edilir. Gösteri sözcüğünü özellikle kullanıyorum, çünkü gerçekten de hacc, bir boyutuyla da kafir ve müşriklere karşı yapılmaktadır.
Şimdi sıra dinimizin en büyük ibadetlerinden biri sayılan bu gösterinin bölümlerini gerçekleştirmeye gelmişti. Hacca niyetlenerek ihrama girip Arafat'a doğru otobüslerle hareket ettik. Arafat'ta Vakfe haccın farzlarındandır. Bu ibadet (gösteri) Arefe günü güneş tam tepedeyken (zeval vakti) başlayan ve ertesi gün tanyeri ağarmadan bitmek zorundadır. Bu bölüm Hacc'ın en zor ve eziyetli bölümü de sayılabilir. Zira aşırı sıcak, toz ve ter insana oldukça ağır gelmektedir.
Arafat'taki vakfe bir boyutu ile gerek kıyamet ve mahşer gününü hatırlatması, gerek bir günlük bu eziyete katlanamayacak kadar aciz olan insanın, Rabbi'nin sözünden çıkarsa göreceği cehennem azabına hiç dayanamayacağını hatırlatması; diğer bir boyutu ile de bu gerçeklerle (hatırlatmalarla) aklı ve kalbi arınan insana, Allah'a tam bir teslimiyetle bu meydanda alınacak bütün kararlara sahip çıkma bilinci kendiliğinden yerleşmiş oluyor.
Adeta Dünya Müslümanlarının yıllık kongresinin düzenlendiği Arafat'taki bu toplantıda, Müslümanları ilgilendiren birçok kararlar alınır. Ve buraya "elçi" sıfatıyla katılan hacılar bu kararları bulundukları yerlerdeki diğer Müslümanlara ulaştırırlar. Arafat'ta ilk dönemler "hutbe" irad edilmesi ve Peygamberimiz'in en son katıldığı hutbe olduğu için Veda Haccı Hutbesi olarak anılan hutbe ve bu hutbenin içeriği de Arafat'taki toplanmanın kongre boyutunun somut bir göstergesidir.
Günümüzde ise, Arafat vakfesi amacından tamamen uzak, niçin yapıldığı bilinmeden sadece saatlerce süren dualarla geçiştirildi. Kaldı ki yapılan duaların Kur'an'ın belirlediği dua mefhumuyla bir ilgisi de yoktu. Zira Müslüman bir iş üzerinde iken, yani eylem halinde iken veya bir eyleme başlayacağı zaman Allah'ı yardıma çağırırsa (dua ederse) geçerli olur. Yoksa Allah hiç kimsenin kuru kuruya söylediği sözleri dua olarak kabul etmez. Diyanet hocalarının önayak olması ve "Arafat'ta yapılacak her duanın kabul olacağını" söylemeleri üzerine hacılar (!) genellikle hocaların eşliğinde sürekli dua edip durdular, işin üzücü olan diğer bir yönü ise bu duaların içinde şirk içerikli sözlerin de olmasıydı.
İnsanın "insan" olmanın dışında nesi varsa hükümsüz hale gelmesi ve herkesin sadece ve sadece "insan" olması, yani "ben" kimliğinin "insan" kimliğine dönüşmesi gereken Arafat'ta görünüşte "insan" olan hacılarımız özde "ben" olarak kalmışlardı. Kısacası bizim için Arafat "kalmak için kalınan" bir yer oldu.
Söz Arafat'tan açılmışken müftü yardımcısı olan zatın anlattığı bir hurafeye de değinelim isterseniz. Arafat'ta birbirine 'Oldukça yakın iki tepe bulunmaktadır. Hoca Efendiye göre Adem tepelerden birine, Havva da diğerine olmak üzere cennetten yeryüzüne burada indirilmişlerdi (Hangi kaynakta geçiyorsa(l))
Güneş batar batmaz Müzdelife'ye doğru harekete geçtik. Daha önce trafik yoğunluğundan dolayı sekiz saatte gidilebilinen Müzdelife'ye bu yıl ilk kez yapılan bir uygulama ile yarım saatte vardık. Müzdelife'de şeytan taşlamak için taşlar toplandı. Bir iki saatlik dinlenme molası verdikten sonra şeytan taşlamak için Mina'ya doğru hareket edildi.
Haccın bu bölümü de "körü körüne" ve neden yapıldığı bilinmeden tamamlanmış oldu.
Oysa ki Arafat'ta Allah'a tam bir teslimiyet içerisinde alınan kararların sorumluluğunu yüklenen Müslüman bu sorumluluğu yerine getirmede en büyük engel olan şeytanı vurmak üzere silahlandığı yerdi Müzdelife. "...Arafat'tan indiğinizde, Allah'ı Meş'ar-ı Haram'da (Müzdelife'de) anın..." Bakara suresi 198. ayette de görüldüğü gibi bu işi yapacağına dair Allah'a yönelerek "Ey Allah'ım! Senden başka hiçbir ilah tanımıyorum, senin dışındaki bütün ilahlara kulluğu reddediyorum" diye Allah'ı zikrederek yola koyulmaları gerekirdi hacıların.
Milyonlarca insanın Mina'ya doğru yürüyüşü gerçekten görülmeye değerdi. Ne muhteşem bir manzaraydı. Hiç kimse hayatında bundan daha muhteşem bir manzara ile karşılaşamaz. Nereye gittiğini bilen, fakat neden gittiğini bilmeyen (bilincinde olmayan) muazzam bir kalabalık. Gittiği yere neden gittiğini bilmeyen bu kalabalığa ne denmesi gerektiğini siz değerli okuyuculara bırakıyorum.
Altı saatlik bir yürüyüşten sonra Mina'ya varıldı, ilk gün sadece Büyük Şeytan'ın taşlanması gerekiyordu. Birkaç kişinin ezilerek öldüğü bir izdihamın arasında, hacılar bu görevi zar zor yapabildi ve böylece haccın bu bölümü de tamamlanmış oldu.
Gerçekte ise gösterinin bu bölümü şöyle olmalıydı: Arafat'ta, kendini dünyaya ait bütün değerlerden soyutlayarak, Müzdelife'de silahlanarak yola çıkan Müslüman için şimdi sıra insanı Allah'a kulluktan alıkoyan, egemenlik hakkını kendisinde gören, büyük düşmanları sembolize eden şeytanları vurmaya gelmişti. Haccın bir gösteri olduğunu, bu gösteride amacına uygun motiflerin kullanıldığı ve tatbikatın bu amaç doğrultusunda yapıldığını, yapılması gerektiğini daha önce ifade etmiştik. Bu ifade dikkate alındığında taşlanan şeytanların neyi ifade ettiği daha kolay anlaşılır. Şeytanlar Allah'a karşı kulluğu engelleyen şeyleri sembolize ederler. Müslüman onları bu bilinçle taşlamalıdır.
"Sözlerdeki İslam'ın değil, hareketteki İslam'ın" gösterisi olan bu üçüncü gösterinin mahiyeti kavranmadıkça kulun "kulluğunu Allah'a halis kılması" mümkün olamaz.
Bu günün Kurbanını anlatmaya değmez. Zaten taşlamadan sonra çok az kimse hariç kurban kesmeye kimse gitmedi bile. Çünkü herkes makbuz karşılığında kurban kesme işini Dünya İslam Bankası'na havale etmişti. Onun için biz yine yaptığımızı değil yapmamız gerekip de yapamadığımızı anlatmaya çalışalım.
Kurban, kulun Allah'a şükran borcunu sunmasıdır. Kul, Allah'a giden yolda, kendisini oyalayan, fazla önemli bulduğu için, zamanın çoğunu ona ayırmak zorunda kaldığı veya çok değer verip sevdiği şey neyse, yani kendisi için "en kıymetli" olanı veya olanları bir şükran olarak Allah'a sunar ve bunu kestiği kurban ile sembolize eder. Hem sembol hem hakikat, ikisi iç içe. Bu bilinçle kurbanını kesmeyen kişinin yaptığı iş "kasaplıktan" başka birşey değildir.
BİR TARTIŞMA KONUSU: KURBAN KESME
Hacıların çok az bir kısmı kurbanlarını ya kendileri kesti ya da birbirlerine vekalet vererek kestirdi. Büyük çoğunluğu ise kurbanları Dünya İslam Bankası aracılığı ile kestirdi. Kurbanlarını kendi kesen kimseler hayvanlarını boğazlayıp öylece bırakıyorlardı. Pislik deryasına dönüşen kesim yerinde kesilen kurbanlar kuma gömülmek üzere kepçelerle arabalara yüklenip götürülüyordu. İslam Bankası aracılığı ile kurban kesen kimselerin kurbanlarının kesilip kesilmediğinden emin olması ise asla mümkün değildi.
Nasıl teşekkül ettiği, meşru olup olmadığı, hangi otoriteye bağlı olarak çalıştığı tartışma konusu olan bu bankanın topladığı paraların tamamiyle kurban alıp almadığının denetlenemediği bir yana, yaygın söylentilere bakılırsa sürü sahiplerinin sürülerini sattıktan sonra kesim alanına götürdüğü fakat kesime vermeyerek ikinci kez sattıkları da söz konusu oluyormuş.
Ayrıca milyonlarca kurbanın düzenli bir şekilde, sadece görevlilerin çalışmasıyla doğru bir şekilde ve gerçek rakama uygun olarak kesilmesinin imkansızlığı dikkate alınırsa Dünya İslam Bankası uygulamasının da ne kadar sağlıklı olduğu ortaya çıkar.
İslam Bankası tarafından kesilen kurbanların anında soğutuculu araçlara yüklenerek halkı yoksul ülkelere gönderilmesi ve bu etlerin gönderilmesindeki organizasyonun ne derece dürüstçe yapıldığının bilinmesi de mümkün olmayan bir uygulama olduğundan, insanı kuşkuya düşürmektedir. Belki de bu etler, gittikleri ülkelerdeki insanların sofralarına ulaşmadan o ülkelerdeki "söz sahibi" kimselerin veya yakınlarının ceplerine para girmektedir.
Bu gerçekler dikkate alındığında şunu söyleyebiliriz: Peygamberimiz (s.a.v.) şu anda yaşıyor olsaydı, kurbanların bu şekilde kesilmesine asla müsaade etmezdi. Zira Kurban ne kuma gömülmek için, ne de nereye ve nasıl gittiği belli olmayan bir şekilde kesilmek içindir. O bakımdan bugünkü haliyle haccda kurban kesilip kesilemeyeceği konusu ciddi olarak tartışılmalıdır.
EN BÜYÜK GÖSTERİ: KABE'Yİ TAVAF
Anlamını yitirmiş, amacı olmayan her hareket formaliteden başka birşey olabilir mi? Ne yazık ki Kabe'yi tavaf etmekte formalite gereği yapılıyor olmuş. Haccın farzlarından olan bu ibadet, Kabe'nin etrafında dönmenin dışında başka bir amacı olmayan, sadece dönmek için yapılan bir hale gelmiş.
Kabe'yi tavaf etmek aslında tevhidin ve tevhide bağlılığın en büyük göstergesidir. Allah'ın mutlak iradesine teslim olmaktır. Sürekli Allah'a yönelmektir. Yalnızca Allah'ı Rabb ve İlah edindiğini ortaya koymaktır.
Kabe'nin etrafında yedi kez döndükten sonra sıra Safa ile Merve arasında sa'y yapmaya gelmişti. Yaklaşık 350 m. aralıklı iki tepe olan Safa ile Merve arasında dört gidiş üç dönüş, toplam yedi kez gidip gelerek haccın bu bölümünü de tamamlamış olduk. Bu haccın son bölümüydü. Böylece hac ibadeti bitmiş oldu.
Bir iki cümle ile sa'y'in anlamından da söz etmeye çalışalım. Bir arayış içinde olan istediği şeyi elde etmek için üzerine düşeni yapan, gayret gösteren ve kararlı bir şekilde mücadele edenin, Allah'ın yardımını hak ettiğinin ve Allah'ın kendisine yardım edeceğinin sembolüdür sa'y yapmak.
Bir şey elde etmek istiyorsan onu arayacaksın. Miskin miskin oturarak Allah'tan boşuna yardım beklemeyeceksin. Önce sen arayacak ve koşturacaksın ki yardımı hak edesin. Tabii ki Allah'a güvenip teslim olmak zorunda olduğunu unutmayacaksın.
Bütün olumsuzluklara rağmen gerçek anlamda haccın ne olduğunu bilen ve yaptığı ibadetleri niçin yaptığının şuurunda olanlar için hacc terk edilmemesi gereken bir ibadettir düşüncesindeyiz. Toplumsal planda olmasa da kişi bireysel planda hacca dair birçok ibadeti gerçekleştirme imkanı elde edebilir.
Ancak Kabe'nin anahtarları Suud ailesinden alınmadıkça, hacc organizasyonunun Dünya Müslümanlarının seçtiği bir heyet tarafından yapılması sağlanmadıkça, hacc emirliği kurulmadıkça; Allah'ın istediği anlamda bir haccı yapmak asla mümkün olamayacaktır. Bu bütün Müslümanların gündeminde en başta yer alması gereken bir konudur. Bu konuda gayret göstermeyenlerden Allah hesap soracaktır.
İktibas Haziran 1996, Sayı: 210, Erhan Aktaş.