ANASAYFA

TASAVVUF

PORTRELER

ZİYARETCİLER

NAMAZ

ÖNCÜLER

EFENDİMİZ

MAKALELER

KADIN -AİLE

KUR`AN ve BİZ


   
  Kuran ve Biz - www.kuranvebiz.com
  Vahiy savunmasi
 

Vahiy Savunması / Kuran Dışı Vahyin İmkansızlığı

MEHMET YAŞAR SOYALAN

Genel anlamda bütün vahiylerin, özel anlamda da Kuran vahyinin herhangi bir savunmaya ihtiyacı bulunmakta mıdır? Veya bugün özellikle Kur’an vahyi için söylüyoruz, savunmayı gerektirecek bir saldırı ile karşı karşıya mıdır? Bu kitabın yazarı, Kur’an vahyinin nazil olduğu ilk günden bugüne, hep bir saldırı ile karşı karşıya olduğunu inandığı için bu kitabı kaleme almıştır ve elinden geldiğince bir kitap çerçevesi içerisinde bu saldırıların dayandığı iddiaları çürütmeye çalışmaktadır.

O Kur’an vahyine yapılan saldırıların en etkili olanının içten yani ona inandığını ifade edenlerden geldiğine inanmakta, hem mesajının hem de hedeflerinin bilinçli veya bilinçsiz karatıldığını düşünmektedir. Bu nedenle yaptığı savunma yapılan karartmayı kaldırmaya ve vahyin gerçek mesaj ve hedeflerinin gün yüzüne çıkarılmasına yöneliktir.

Elbette “Kur’an vahyi herhangi bir saldırı ile karşı karşıya değil, O’nun herhangi birisi tarafından savunulmaya ihtiyacı yoktur, O”, esaret altına alındığını düşündüğümüz “torbalar veya kutular içerisinde işlevini yerine getirmektedir” diyorlarsa bu kitapta onları memnun edecek herhangi bir ifade yer almamaktadır. Ancak bu düşüncede olanlar, Peygamberimizin ve arkadaşlarının sağlıklarında Kur’an’ın hem mesajını hem de metnini sonraki kuşaklara ulaştırmak için yaptıkları çabaları anlamsız gayretler olarak görüyor olmalıdırlar. Ayrıca Müfessirlerin veya diğer ülemanın Kur’an mesajının doğru anlaşılmasına yönelik çabalarını da gereksiz buluyor olmalıdırlar.

Bilindiği gibi Kuran vahyinin yeryüzünü şereflendirmesinin üzerinden yaklaşık olarak bin beş yüz yıl geçti. Nazil olduğunda hem indiği bölgeyi ve bölgedeki o insanları hem de çevre bölgeleri ve insanlarını aydınlattı. Ama bu vahyin en temel iddiası, zaman ve sınır tanımadan tüm yeryüzünü ve içindeki akıl sahibi sakinlerini sonsuza kadar aydınlatmaya devam etmekti.

Ancak kendisine inandıklarını söyleyenlerin yaptıkları karartma yüzünden yeryüzünü gereği gibi aydınlatamıyor. Bu karatma kelimelerinin anlam kaymasına uğratılmasının yanında, yanlış uygulamaların kaynağı olarak gösterildiği için de böyledir.

İşin özü, Kitapta etraflı bir şekilde tartıştığımız gibi, yüzlerce nedenden dolayı ilk nesil/ilk muhataplardan sonra gelenler (geneli kastediyoruz), ya bu vahiyle ilişkilerini keserek, O’nu arkalarına attılar ya da O’nun kelime ve kavramlarının içini boşaltarak, sahip oldukları somut /zahiri veya batini bakış açılarına göre yeniden inşa ederek yorumlayıp, gerçekteki anlam ve hedefleriyle bağını kestiler . Böylece nurunun ve hidayetinin önünü tıkadılar.

Kur’an vahyinin gerçek mesaj ve hedefinden saptırılmasını ve bunun sonuçlarını bugün çok farklı alanlarda görmemiz mümkündür. Kur’ani herhangi bir kavramı, örneğin, hikmet kavramını, fısk kavramını, mescid kavramını, şefeat kavramını, sünnet kavramını, Risalet ve vahiy kavramlarını incelediğinizde bu kelimelerdeki anlam kaymalarını açıkça görebilirsiniz.

Aynı sorunlar uygulamalara yönelik konular için de söz konusudur. Örneğin, kölelik, sadaka/paylaşma, miras, yönetim/istişare ve kadının toplumsal statüsüne yönelik ayetler için de söz konusudur.

Tüm bu sapma ve yanlış uygulamalar ortaya koymaktadır ki, ilk neslin Kur’an algılamaları ile sonraki nesillerin Kur’an algılamaları ve algılamalara dayanarak ortaya koydukları uygumlalar arasında önemli farklılıklar vardır.

Bu farklılığın bizce temel nedeni Müslümanların sonraki dönemlerde sahip oldukları zahiri/somut ve batini/mistik anlayışlardır. Bu anlayışların kök ve budak salması da çevre kültürlerden devşirilen Kuran dışı vahiy anlayışı ile mümkün olmuştur.

İşte bu kitapta, Kur’an vahyi bu anlayışlara karşı savunulmaktadır. Çünkü mevcut İslam algılamamız bu anlayışlar üzerine bina edilmiştir. Kur’an ayetlerini de bu algılamaya göre okumaktayız. Böyle olunca, metin olarak okuduğumuz şey Kur’an olmakla beraber, onu zihinsel işleme tabi tutmaya başladığımızda, yani onu anlam sahamıza indirmeye başladığımızda anlamlarda oluşan buharlaşma onu gerçeğinden uzaklaştırmaktadır.

ÖNSÖZ’den…

Bu çalışmanın asıl teması, Kur’an dışı vahiy algılamasının Kur’ani bir temelinin olup olmadığının bir tespitini yapmaktır. Bunun için Kur’an’ın, vahiy ve resul öğretisinin ne olduğu konusunda bir anlayış geliştirmeye çalışılarak, Kur’an dışı vahiy iddiasının, bu resul ve vahiy öğretisi karşısındaki konumu ifade edilmeye çalışılmaktadır. Bu bağlamda ilgili iddianın ileri sürdüğü deliller, özellikle de Kur’an ayetlerine dayanarak ileri sürdükleri iddialar tek tek ele alınarak, ilgili ayetler, siyak sibakı, konu ve Kur’an bütünlüğü, ayrıca nüzul ortamı da göz önünde bulundurularak cevaplandırılmaktadır.

Bu nedenle çalışmaya öncelikle; Kur’an’ın vahyedilmesi ile ilgili temel kavramlar ele alınarak başlanmaktadır. Bu terimlerin dildeki ve Kur’an’daki kullanımlarından örnekler verilerek, sözünü ettiğimiz anlayışla ilgisi araştırılmaktadır.

Bilindiği gibi Kur’an, “Arapça bir kitaptır”, bu nedenle Arapça dil yapısı ve dil algılaması önem arzetmektedir. Çünkü insanlar, kendileri dışındaki dünyayı ana dilleri ile algılarlar. Dil algılamaları hem çevre algılamalarını hem de din algılamalarını şekillendirir. Dil bir süreç içerisinde oluşur ve oluşmaya devam eder. Ancak bu süreçteki hazır dil algılaması, o dili kullananların hayat ve eşya algılamalarını da yönlendirir.

GİRİŞ’ten…

İkinci nesil ve arkasından gelen kuşak, Müslüman egemenliğinin İspanyadan Çin’e kadar çok geniş bir coğrafyaya yayılması karşısında bu bölge halklarını kendi inançları ve hayat algılamaları içerisinde eritip kaynaştıramayınca onlar yeni geleneklerin hayat algılamaları içerisinde kaybolup gittiler. Adı İslam olan ancak gerçekte eski kültürlerinin egemen olduğu hayat , Müslüman coğrafyayı bütünüyle istila etti. Bu süreçte etki ile tepki iç içe yaşadı

Müslümanların fehettikleri bölgelerde asimile olmaları, Arap kökenlilerde özellikle de bedevi geleneğinden gelenlerde bir tepkinin oluşmasına ve Arap asabiyesini canlanmasına neden oldu. Onlara göre herşey bozulmuş, ipin ucu kaçırılmıştı. Özellikle şehirlerdeki insanlar kendi köklerine yabancılaşmışlardı. Şehirleşme/medeniyet bozulmayı getirmişti.

Arap geleneğinin ve Arap dilinin bozulmadan kaldığı tek yer ve çöller ve çöllerdeki vahalardı. Oralara medeniyet girmemişti. Araplar bu bu “yabancı” kültür içerisinde kaybolup gidiyorlardı. Bu algılamanın bir sonucu olarak “yabancı”olana tepki gösterilip çöl kültürü ve geleneği, başka bir deyişle Cahiliye gelenekleri ve onların hayat algılamaları kutsanmaya başlandı. Ve “bedevi kültürü” istenilir bir şey oldu . Gelenek ve dil, çöl insanının yaşantısı, dil algılaması ve konuşması esas alınarak yeniden inşa edildi.

Bu dil somut/zahiri anlatıma dayalı bir dildi. Arapça tüm kuralları ve lügatleriyle birlikte bu anlayış ve gelenek üzerine kuruldu. Sonraki dönemlerdeki bütün dini terminoloji de oluşan bu yeni yapıya göre şekillenmişti. Bu nedenle Kur’an’daki sembolik anlatımlar ve mecazlar somut anlatımlar olarak tefsirlerde yer almaya başladı. Arttık alimler/müfessirler/ fakihler bile olaylara sadece zahiri gözlüklerle bakıyorlardı. Şafii ve onu takip edenlerin yaklaşımlarında de açıkça görüldüğü gibi soyut bütün kavramlar, somut kavramlar olarak sunulmaya başlandı.

Bu nedenle “Allah arşa istiva etti “ ayeti somut bir olay olarak algılanmış, örneğin, İbni Teymiyye, minberden bir basamak inerek (işte böyle diyerek) istiva ifadesini somutlaştırmıştı.

Bu nedenle bugün bile soyut bir çok anlatımı aynı şekilde somut ifadeler olarak algılamaya devam ediyoruz. Bunun bir yansıması olarak Peygamber gerçekten, fiziki anlamda miraca çıkmıştı. Melekler bir varlık olarak, bir cisme dönüşerek Allah’ın resulüne gelmişti. Allah kul Muhammed ile iki arkadaşın konuştuğu gibi konuşmuştu. Bunun için, eli, gayri ihtiyari olarak eşinin eline değen birisinin aptesini yeniden alması gerekirdi.

Bu algılama biçimi elbette burada durmadı. Kur’an dışı vahiy algılaması ile birleşince mevcut durum ortaya çıktı. İç içe girmiş çelişkilerin ve birbirini tetikleyen bozulmaların da ana nedeni oldu. Çünkü bu anlayış, vahyi sıradanlaştırdığı gibi Allah’ı da sıradanlaştırdı. Böylece her şeyin hakimi ve sahibi olan Allah, bu vahiy sağnağı sonucunda oluşan anlayışa sahip insanlar açısından, kutsiyetini ve yaptırım gücünü kaybetti. Çünkü vahiy bombardımanı altında kalan insanlar, bir noktadan sonra onu kanıksadılar ve önemsemez oldular.

Bu önemsemezlik aynı şekilde ana kaynağa da yöneldi. Böylece vahyin yaptırım gücü de ortadan kalkmış oldu. Bu vahiy sağnağı sonucunda insanlar aynı yoğunlukta dünyevileşme krizine tutuldular. Abbasi ve Emevi dönemleri incelenirse toplumların aşırı şekilde dünyevileştikleri görülür. Mescitlere egemen olan “gulat”anlayışların bir yansıması olarak, sokaklar ve saraylar alabildiğine dünyevidir.

Her şey birebir tecrübe edilerek yaşanmakta, ancak bir sonraki tecrübe her zaman bir öncekinden daha bir ben merkezci olmakta, dünyevileşmenin dozu biraz daha artmaktadır. Bedelini ödediğinizde kişilerin saf değiştirmesi çok sık raslanan bir durum olduğu için, dik duranların ve muhalif çizgisinde sebat eden alim sayısı hergün biraz daha azalmaktadır. Elbette, ekonomik ve askeri gücü elinde bulunduranların alıp satma imkanları da alabildiğine fazla olduğundan, bazen havuç bazen sopa göstererek istediğini istediği fiyata alabilmektedir. Bunun sonucu olarak güç ve otorite algılaması da büyük oranda değişmiştir. Mescitlerse bu gücü kutsama ve meşrulaştırma alanlarına dönüşmüştür.

Ekonomik, askeri ve siyasi gücü elinde bulunduranlar gerçek güç sahibi olarak tanımlanırlar. İlahi adalet; Allah’ın otoritesi ve iradesi gibi kavramlar ancak bu gücü daha da pekiştirmek için bir anlam ifade ederler. Bugünkü meşhur ifade biçimi ile, bunlar, hukukun veya haklının gücünü değil de, gücün hukukunu oluşturur. Hakim otoritenin gücünü temsil ederler. İnsanlar da hakim otoriteyi enselerinde hissettikleri oranda onun kurallarına tabi olurlar. Fırsatını buldukları her ortamda kuralları ihlal ederler. Çünkü yasaların yaptırımı ancak suç üstü veya şikayet halinde gerçekleşebilmektedir.

Bu durum insanların dünyevileşmeleri, herşeyi güç ve çıkar anlayışı içerisinde ele almalarının yanı sıra, sürekli farklı maskeler takan, ikiyüzlü, kimliksiz, kişiliksiz sürüler olarak ortaya çıkmalarına da neden olmuştur.

Önemli olan kitapların ne yazdığı değil, mevcut otoritenin ne dediğidir. Hukuk, gücü elinde bulunduranın kanaatidir. Tarih göstermiştir ki, bütün otoriteler kendi hukuklarını, kendi gerçekliklerini oluşturmuşlardır. Bu hukuk yapısı içerisinde Kur’an ve hadis, otoritenin hukukunu meşrulaştırma işlevi gören bir enstrümandan başka bir şey değildir. Otoritenin ağzından çıkan şey gerçek hukuktur. Gerekçesini bulmak, kılıfını hazırlamak bu iş için görevlendirilmiş, eli kalem tutan, ağzı laf yapan elamanların işidir.

Sonuçta çift taraflı bir dünyevileşme gerçekleşmektedir. Birisi her şeyi çıkara, hazza, paraya, güce endeksleyen anlayış, diğeri de münzevi hayata yönelen anlayıştır.

Mistik yapılanmaların ilk bakışta gayri dünyevi bir anlayışa sahip olduğu sanılır. Kıyametin ve son günün bir türlü gelmeyişi ve yapanın yaptığının yanına kar kalması, bu anlayışları bir bütün olarak bir hayat anlayışı olmaktan çıkarıp sadece bazı ritüelleri uygulayarak iç huzuru sağlamaya çalışan ve yalnızca kalbe yönelen bunu da sadece bazı virtlerle sınırlayan bir anlayışa indirgenmiştir.

Sonuçta mistik yapılanmalarda başka bir yoldan dolanarak dünyevileşmeyi gerçekleştirmiş oluyordu. Vahyin sıradanlaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan bu durum; iki tarafa da keskin bir bıçak gibi Kur’an’ın hedeflerini tümüyle geçersiz kılıyordu.

İnsanı özgürleştirmeyi hedefleyen, aklı, vahyin rehberliğinde, yönlendiriciliğinde temel seçici ve belirleyici olarak gören Kur’an vahyi, zamanla yerini kaderci/cebriyeci anlayışlara terk etmek zorunda kaldı. İnsan özgürleşemediği gibi, Kur’an’ın her bir buyruğu ile bir halkasını kırdığı köleliği en son kaldıranlar arasında kendini İslami olarak tanımlayan yönetimlerin de olması işin traji komik yanını oluşturuyordu.

Aynı şey kadınlara yönelik uygulamalar için de söz konusuydu. Örneğin kadınların şahitliği kabul edilmezken, evlendiğinde veya boşandığında fikri sorulmazken, mirastan herhangi bir hak alamazken, Kur’an bir ilk adım olarak tüm bu ve benzer alanlarda onlara yeni haklar tanırken ve bu hakların daha da genişletilerek geliştirilmesini ön görmüş iken Kur’an’ın verdiği haklar bile ellerinden alınarak özellikle şehir merkezlerinde dört duvar arasına mahkum edildiler. Pencerelerden bakmaları bile fitne olarak algılanır oldu.

Aynı şekilde toplumsal ilişkileri, ben merkezci ve totaliter bir anlayış içerisinde değil, istaşereye ve karşılıklı rızaya dayandıran, bunun içinde bir çok yeni hüküm getiren Kur’an’a ve bu hedefleri kendi hayatında bire bir uygulayan Resul’un örnekliğine rağmen toplumsal hayat hep buyurgan ve tepeden inmeci bir anlayış içerisinde yeniden dizayn edildi. Toplumsal hayatın bu yeni totaliter anlayışa göre akması sağlandı. Yöneticilerin kutsallığını reddeden ve Allah’tan başka bir kutsal kabul etmeyen bir anlayışa rağmen günümüze kadar (günümüz dahil) yöneticiler Allah’ın gölgesi olarak anılageldi.

İnfakı, yani paylaşmayı imanın en temel ilkesi olarak gören, bu nedenle malın/gücün belli tekellerde toplanmaması için her türlü prensibi ortaya koyan Kur’an gibi bir rehbere rağmen insanların en zenginleri ile en fakirleri hep bu topraklarda yaşayageldi. Yine bu yeryüzünün en zengin ve en verimli topraklarında insanlar hala açlıktan ölmeye devam etmektedirler.

“Bilmediğin şeyin peşine düşme; göz, gönül, kulak bundan sorumludur.”(17/36)diyen bir Kur’an’ın varlığına rağmen yüzyıllardır insanlar düşünmeden, soru sormadan, üretmeden, karşı çıkmadan, her türlü buyurgana hep evet diyerek yaşayageldiler. Ve ne Kur’an ayetlerine,ne kendi bedenlerindeki ayetlere, ne de yeryüzündeki ve gökyüzündeki ayetlere bakmadan, onları dikkate almadan, belki de hiç akıl etmeden yaşayageldiler.

Kur’an vahyi, Resul’u “çarşılarda gezen yiyip içen”herkes gibi olan, kutsal bir yanı bulunmayan bir insan olarak tanımlarken, Resul’e Kur’an dışında vahiy geldiğini iddia eden anlayış, onu bir melek konumuna çıkarıp kutsarken, aynı zamanda her şeyinin vahyin yönlendirmesi ve kontrolünde olması hasebiyle, onu iradesiz bir robot konumuna indirgediklerinin de farkında değillerdi. Bugün bile Resul’e ait olduğu iddia edilen(azıcık düşünülse böyle bir şeyin imkansızlığı hemen anlaşılıverecek iken) bir tek kılı görmek için insanların birbirini telef edercesine, birbirlerini ezmeye çalıştıklarına şahit olmak, bu kutsallığın hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne sermektedir.

Kur’an, Resul’e itaati, getirdiği vahiy ile ilgili konularla (veya salt vahiy ile) sınırlarken, her sözü vahiy olan resul anlayışı bizzat Resul’un kendisinin vahiy olarak veya insan üstü bir varlık olarak algılanmasına neden oldu. Bu bağlamda onun her sözü, davranışı, iması, hatta susması bir vahiy olarak algılanıp mutlak itaati gerektirdi. Yalnız tüm bunlar Resul’un sağlığında değil ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra böyle anlaşılır oldu. 


                                                                      
DEVAM I >>>


 
  Bugün toplam 8 ziyaretçimiz var  
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden