Sünnet'in anlaşılması üzerine söyleşi
Prof. Dr. Mehmed Said Hatiboğlu
Prof. Dr. Mehmed Said Hatiboğlu 25 Eylül 1933'de Burdur'da doğdu. Bu şehrin sayılı Ulemasından Hatib Hoca lakabıyla maruf babasının 1945'te vefatı üzerine, o zaman okumakta olduğu Erkek Sanat Okulu'nun 2. sınıfından ayrıldı, ilahiyat tahsili yapmak gâyesiyle Orta l'e kaydoldu. 1957-1958'de İlahiyat Fakültesini bitirdi. 1959 başlarında, Prof. Tayyib OKİÇ'in yönetiminde Hadis Kürsüsünde asistan adaylığına başladı. 23 Haziran 1962'de doktorasını verdi, 1965-1966 yıllarında 15 ay Paris'te ilmi çalışmalarda bulundu. 17 Kasım 1967'de doçent oldu. 1978'de, "İslam'da İlk Siyasi Kavmiyetçilik HİLAFETİN KUREYŞLİLİĞİ" isimli takdim teziyle Profesörlüğe yükseltildi.
İKTİBAS: Sayın Hatiboğlu!. Günümüzde birbirinden farklı nedenlerle başlayan ve İslam'ı yeniden öğrenme hareketinin ilk ve önemli adımları sayabileceğimiz geniş bir tabana yayılı fakat düzensiz ve yöntemsiz bazı çalışmalar vardır. Müslümanların İslam'a -Resulullah'ın elçiliğini yaptığı İslam'a- dönüşlerinde karşılarına çıkacak derinlikli ve önemli kavramları inceleyerek konuşmamıza başlarsak doğru olur sanırız. 2. Sünnet'in 'anlaşılmış' hali ile 'anlaşılması gereken' hali gibi bir ayırım. 3. Bu durumun çözümüne nasıl başlayabileceğiz. Bu noktadaki farklı anlayışların önünü nasıl alacağız?
M. HATİBOĞLU: Müslüman olarak hepimizin küçüklüğümüzden beri bildiğimiz husus, İslam'ın kaynakları deyince kitap, sünnet, icma-i ümmet, kıyas-ı fukaha gibi dört tane kaynaktır. Kitap deyince Kur'an-ı Kerim, sünnet deyince de Kur'an-ı Kerim'i insanlığa tanıtmış olan ve onun ilk tatbikçisi durumunda olan Resulullah'ın her türlü harekatı anlaşılmış(2). Bu harekatın din olarak değeri meselesi üzerinde asırlar boyu çeşitli görüşler ileri sürülmüş. Kimi alimler Resullullah'ın her söylediğini Kur'an-ı Kerim seviyesinde mütalaa etmişler ve burada hiçbir ayrıma gitmedikleri zaman da bazı noktalarda içinden çıkılamayacak neticelere vasıl olmuşlardır(3). Elimizde değişmez olarak mevcut bir kitabımız var "Kur'an-ı Kerim", elhamdülillah. Allah bunun muhafazasını garanti ettiği için ki müslümanlar bile bozamamış diyelim, gavurlar şöyle dursun. Fakat bu sabit kaynağın dışında İslam'ın kaynağı olarak gösterilen sünnet malzemesi aynı garantiye sahip olmamış olduğu için bize muhtelif tefsirlerle, muhtelif geliş farklılıkları ile intikal etmiş -bildiğiniz üzere sünnet Resulullah'ın zamanında bugün elimizde bulunan kaynakları ile tesbit edilmiş değil, daha sonraki asırların mahsulü. Bilhassa birinci asrın sonundan itibaren kitaplaşmaya başlamış-. Benim vasıl olduğum netice bu oldu? Önce dedim acaba Cenab-ı Hak Peygamberine din sahasında ne gibi bir otorite vermiş, yetki vermiş, salahiyet vermiş. Bunu kendi kitabından tesbit etmek gerekir herşeyden önce. Çünkü bize usul kitaplarımız ki birinci asrın sonunda yetişmiş, yaşamış müctehidler başladı bunu tedvin etmeye ve mesela usul ilminin ilk müdevvinlerinden olan İmam-ı Şafii'nin yazmış oldukları Risale isimli kitapları elimizde mevcuttur. İmam-ı Şafii bildiğiniz gibi İmam-ı Azam'ın vefat ettiği sene doğmuş. 150 hicri senede. 304 Hicri'de de vefat etmiştir. Yani ikinci asrın imamıdır. İlk usul kitaplarını hemen hemen ona borçluyuz. Orada Resulullah'ın dindeki salahiyeti sahasında yazılmış olan fikirler, verilmiş olan fikirler bazen bizim acizane anlayışımıza uymuyor. Mesela sünnetin kaynağı nedir diye Kur'an-ı Kerim'den bir delil bulmaya kalktığında İmam-ı Şafii "Hikmet" kelimesi üzerine eğiliyor. Hikmet'in geçtiği yerlerde Cenab-ı Hak burada sünneti kastetmiştir. Halbuki Hikmet'in geçtiği o ayet-i kerimeleri bizzat Kur'an-ı Kerim'den tetkik ettiğimizde hiç öyle bir manası olmayan pek çok ayet var. Bizzat Allah kitabı ve hikmeti vahyetti şeklinde ibareler var. Kur'an-ı Kerim'de bunu okuyup duruyor iken Sünnet'in de - Peygamberimizin her konuşmasının da- birer vahiy mahsulü olduğunu söylemek mümkün değil. Onun için ben bizzat Kur'an-ı Kerim'e eğilerek Resulullah'ın bu mevkiini tayin etmeye elzem addettim kendi başıma. Başka yöntem yok, değil mi? Resulullah’ın ne görevi olduğu Kur'an'dan anlaşılır, başka nereden ve nasıl anlaşılabilir? Elimizde tabiatiyle Kur'an seviyesinde sabit kaynak olmadığı için ilk tercihimiz o olmak icab eder. Şimdi bizim Resulullah ile ilgili olarak beyan edilmiş ayetleri alimlerimizin tefsir ediş şekliyle benim acizane tefsir edişim arasında farklar müşahade ediyorum ben. Mesela "Peygamber size ne emretti ise yapın, neden nehyetti ise kaçının" ayetini her sahada teşmil eder şekilde tefsir ederler. Yani Peygamberimiz her sahada ne buyurdu ise onu yapacaksın, neden nehyetti ise ondan çekineceksin. Böyle olunca emirlerinin ve nehiylerinin mutlak doğruluğu bahis konusudur. Amma ayetin nüzul oluş sebebi ile mütalaa ettiğiniz zaman, hiçbir zaman böyle bir mana çıkmıyor. Orada bahis konusu olan şey elde edilmiş olan ganimetler üzerinde Resulullah o tevziatı nasıl yaptıysa (O Huneyn gününde) onu kabul edeceksin. Yani neyi verdi ise o ganimetlerden, onu kabul edeceksin, artık itiraz etmek söz konusu değil. (Adamın birisi diyor sen adil değilsin diye, onun üzerine Peygamber "Ben de mi adil değilim be adam, ben adil olmazsam kim olur?", bu adilliğin de bir noktada durması lazım) Bu tip ayetlerde kastedilen husus, Resulullah'ın siyasi otoritesi , devlet adamlığı yetkisi oluyor. Bir kimsenin elinde tevzi salahiyeti varsa o tevziini istediği gibi yapar, keyfine göre değil taibatıyla. Yani ölçülerine göre, İslami, Kur'an-i ölçülerine göre yapacaktır, fakat bu yapılmış olan tevziatta itiraz söz konusu olamaz. Bunu kastediyor o ayet-i kerime de. Yoksa Resulullah'ın her söylediğinin mutlak doğruluğunu değil. Eğer böyle olsaydı yani Resulullah'ın her söylediği mutlak manada hakikat olsaydı bizzat Resulullah Cenab-ı Hak tarafından bazı mevzularda muhasebe mevzuu yapılmazdı. Yani Cenab-ı Hak Resulullah'ın pek mahdut hareketlerinde onu ayıplamışlardır. Kur'an-ı Kerim'de bunun misalleri var. Her hareketi, her sözü, her fiili doğru olan bir peygamberin ayıplanması söz konusu olabilir mi? Mantığa ters düşer.
İKTİBAS: O zaman, Allah kendi vahyettiğini kendi kınıyor ki bu imkansız bir durumdur.
M. HATİBOĞLU: Bütün bu Resulullah'ın dindeki yeri, İslam'daki mevki meselesini inceliyorken Kur'an-ı Kerim'de Resulullah hakkında veya onun otoritesi, salahiyeti mevzuunda nazil olmuş bütün ayetleri nüzul sırasına göre yani kronoljik-tarihi perspektif içerisinde mütalaa etmek mutlak zarurettir. Bunun dışında bu otoriteyi tesbit edebilmek mümkün değildir. Hakikaten insan içinden çıkamaz. Bu tarihi sıra içinde mütalaa ettiğiniz zaman hadiseler ortaya çıkıyor. Biz mücerret manada Resulullah'ın dindeki yerini gösteriyor iken, mesela, ayet-i kerimeyi hemen söyleriz. Ne deriz? Cenab-ı Hak ne buyuruyor; mealen: "O kendisinden, hevasından konuşmaz, -geniş zaman sigasiyle- bütün konuştukları Allah'tan vahiydir". Bildiğiniz üzere Arapça'da muzari sigası bizim Türkçe'deki zenginliğe sahip değildir. Yani bizim Türkçe'deki ifade kabiliyeti bu sahada Arapça'dan daha müsaittir, daha geniştir. Çünkü hem geniş zaman vardır, hem şimdiki zaman vardır. Burada Resulullah hakkındaki bu ayeti geniş zaman sigasıyla tercüme ederseniz ondan çıkmış her türlü kelamın vahiy mahsulü olduğunu söylemeniz icab eder ki bunun vakıa ile hiçbir alakası yoktur. Bunu bu şekilde anlayan alimler vardır, allameler vardır. Mesela 5. Asrın Endülüslü büyük alimi İbn Hazm -ki zahiri mezhebinin imamlarındandır- bu ayeti bu şekilde anladığı içindir ki Resulullah'ın ağzından, dudaklarından çıkmış her kelimeyi vahiy addeder. Mesela; Resulullah buyurmuştur ki hanımlarının içerisinde Hz. Aişe en sevdiğidir, böyle buyurmuş. Bu vahiydir çünkü diyor.
İKTİBAS: Yani olsa ne yapalım, bizi nasıl bağlar. Ayşe en güzeli mi diyeceğiz.
M. HATİBOĞLU: Öyle diyeceksiniz, en kıymetli o diyeceksiniz, Cenab-ı Hak'kın takdiri bu diyeceksiniz, vahiy olunca, Cenab-ı Hak'kın tasvibini, tasdikini almış bir şeydir. Halbuki ayette böyle bir kasıt söz konusu değildir. Yani ayet Resulullah'ın her söylediğinin vahiy menşeli olduğunu belirtmiyor. Belirttiği husus nedir Türkçe'de eğer o ayet için iki zaman sigası ile tercüme ederseniz mesele tevazu eder. Yani Kur'an-ı Kerim'i, Cenab-ı Hak size o ayetleri naklediyor iken kendiliğinden konuşmuyor, bu ayetleri size naklediyor iken ağzından çıkan şeyler kendi sözü değildir. Cenab-ı Hakk'ın vahyidir. Yani şimdiki zaman sigasıyla o bu anda kendisinden konuşmuyor, konuştukları, naklettikleri vahiy, Allah'tan aldığı vahiylerdir, diyeceksin. Kur'an-ı Kerim kastedilmiş orada (gündemde olan konuda) ayetleri naklediyor iken senin söylediğin diyorlar müşrikler kendiliğinden uydurduğun laflar, bunu Allah söylememiş diyorlar. (Bizim konuştuğumuz dilden konuşuyor, bunu Allah vahyediyor diyorsun. Bu kadar da mı bizden farksız peygamber olur anlamına, o manada ayet onun üzerine geliyor. Tabi ki o nefsinden uydurup da bunları vahiy diyemez derse onu tehdit ediyor Allah.) Böyle olunca gerçekten de eğer prensip olarak Peygamber Efendimiz'in mevkiini tesbit etmek istiyorsak ve bu gayeyi de ancak kitabın ışığında -Kur'an-ı Kerim'in ışığında- yapmamız zaruri ise o zaman önümüzde yapmamız gereken esas mesele ne oluyor? Bu ayetleri bir defa tedvir etmek gerekir. Bu açıdan ortaya çıkarmak, mukayeseden, muhasebeden geçirip ortaya koymanız zaruridir. Çünkü siz bugün bir şey söylemeye kalktığınız an size hemen karşılık verilecek cevap şöyle: "Bunu daha evvel alimler söylememiş mi? Sen kim oluyorsun buna karşı böyle söyleyecek?" Amma siz o alimlerin dahi meseleyi diyelim ki yanlış değerlendirdiklerini ortaya çıkarabildiğiniz an belki mesele hallolur. Bakın ben bir misal vereyim. Bir makale yazmıştım hani bu oruç meselesi ile ilgili olarak; uyuyan adamın orucunun bozulması meselesi (Şu Serahsi'nin kitabından) oradan da misaller verdim.
İKTİBAS: Diğer taraftan da Mehmet Bey, o illa vüs'aha yani vüs'at meselesi neler, ne gibi haller insan vüs'ati dışında hallerdir. Bu konuda hadis aramadan -hiç bakmayalım anlamına değil ama, aramadan- şu vüs'atini aşan haller nelerdir? Uyku mesela.. kadir değil, aşamaz. Efendim acıkmanın önüne geçemezsin.. Yani vüs'at dairesinin dışındaki haller -içinde gibi göründüğü halde dışındaki- bunları aklen tesbit etmek yani insan gerçeğini ele alıp o gerçekten bunları tesbit etmek ve bu suretle uyumayı, unutmayı bilmem daha ne varsa onları ortaya çıkarmayı illa Peygamber'e söyletmek zorunluluğu var mı? Peygamber bunların ikisini söylemiş olur da üçüncüsünü -bilmediğinden değil de- konu belki gündeme gelmediğinden söylememiş olabilir değil mi?
M. HATİBOĞLU: Bu noktada çeşitli görüşler var. Bazı alimler diyorlar ki mühim olan Kur'an'ın ve sünnetin getirdiği prensiptir. O prensiplere sahip olan kimse, birçok sahalarda o prensipleri tatbik ederek kendi karar istihsal eder. Ama bazı haller var ki eğer şahsın veya bizzat şahıs olarak Resulullah bir şey söylememişse o sahada senin bir şey söylemeye hakkın yoktur, diyorlar.
İKTİBAS: O zaman bunun, bu tavrın Resulullah'ın sözlerine verdiği değerden kaynaklandığını görüyoruz, değil mi? Vahiy hakkında sahabeler diyor ya O bir şey söylediği zaman "Ya Resulallah bu ilerisine ve de gerisine gidemeyeceğimiz size vahyedilmiş bir şey mi yoksa kendi içtihadınız, kendi harb, hile ve stratejiniz mi, kendi görüşünüz mü?" Burada sahabelerden birçok rivayetin bize bu şekilde intikal ettiğini görüyoruz. Bununla şu vurgulanmış olmuyor mu? Demek ki vahyin dışında Peygamber'in kendi sözleri vardır. Vahiy de nedir? Zaptedilmesi kendisine emredilmiş şeylerdir. O da Kitab'ı oluşturuyor. O zaman Peygamberden bir şey sadır olmamışsa -herhangi bir konuda- ama ayetten çıkarılabilirse, efendim Peygamber çıkaramamış mı? O gün gerekmemiş, çıkarmamış, elbette O'nun İslam'ı anlayışı yüksek olacaktır. Ondan daha dindar olmaya kimsenin ihtiyacı da yok, kimseden talep de edilmiyor. Yani bu en dipteki anlayış, onu doğru bir baza oturtabilsek, ona göre şunun ya da bunun davranışlarına eğri ya da doğru demek daha kolaylaşacak.
M. HATİBOĞLU: Şimdi, esas müşkilat şundan doğuyor. Yani Resulullah'tan iki kaynaklı haber bize ulaşıyor. 1-Cenab-ı Hak'tan bizzat aldığı vahiyler, bir de kendi kültürüyle -o vahyin icabı olarak kendi kültürüyle- konuştuğu hususlar var. Bu ikisinin arasını ayırabilmek, kat'i olarak ayırabilmek bu sahada mümkün olmuyor. Hani demiştiniz ki bazı hususlarda Resulullah'a soruyorlar "Vahyin neticesi mi bu hükmü verdiniz, yoksa, siz mi?" Halbuki bunlar sayılı şeylerdir sayılı hadiselerdir. Resulullah senelerce İslamların arasında yaşamış, gayrimüslimlerin arasında yaşamış bir zat. Her gün sabahtan akşama saatlerce konuştuğu vaki. Bu konuşmasının "ne tarafı ilahidir, ne tarafı şahsidir?" meselesini ayırmak bizim için mümkün değildir.
Kur'an-ı Kerim olarak bize naklettiği hususlar arasında hiç ihtilaf yok. Ama onun dışında bir Kur'an-ı Kerim'in tefsiri, izahı sadedindeki konuşmalar var. Mana bakımından ilahi (Kaynağı Kur'an'a dayandığı için ilahi. Yoksa vahiy manasında, ilham manasında değil) vahyi gayri metluv olan hususlar var bunun tayinini yapabilmek pek mümkün değil. Yani ikili bir ayrım var. Resulullah'ın metin olarak getirdiği hususlar Kur'an'dır. Bunun dışında bir vahyi gayrimetluv diyor yani tilavet edilmeyen -metni sabit olmayan vahiy?- Bu tesbiti yapanların kaynağı nedir? Delili nedir? O delil de Resulallah'a Cenab-ı Hak tarafından verilmiş olan salahiyet içinde bulunuyor. Peygamberimiz'e Kur'an-ı Kerim'in verdiği salahiyet içerisinde mesela ganimet taksimini istediğin gibi münasip gördüğün şekilde yap veya ister bunlar hakkında hüküm ver ister verme gibi Peygamber'e bırakılmış hususlar var. İslamiyet'i yayma hususunda Peygamberimiz'in giriştiği sayısız teşebbüsler var. Diyelim ki İslam'a davet hususunda mektuplar yazmış. Bu mektup yazma fiilini Cenab-ı Hakk'ın emri ile mi yaptı kendi takdiri ile mi? Ne çıkıyor size göre. Emriyle yaptı diyebilmek için hüccet gerekmiyor mu? Cenab-ı Hak bilmem Mukavkıs'a şu mealde bir mektubu yaz diye bir emir söz konusu değildir. Cenab'ı Hak bilmem Resulullah İslam'ın tebliği emrini almıştır. (Tabii bu doğru, Kur'an'da delili var elimizde "Tebliğ et" diyor.) Ama onun nasıl yapılacağı tamamiyle Peygamber'in takdirine bırakılıyor. (En güzel şekli ile onun da ölçüleri veriliyor) Tabiatiyle o güzel şeyin takdiri Peygamberimiz'e bırakılmıştır. Ama o takdirde yüzde yüz isabet imkanı olmuş mudur, olmamış mıdır? İsabet edilmedik tarafı da olabiliyor, isabet edilmiş tarafları da, yüzde doksandokuzu isabetli diyebiliriz, mesela. Böyle bir hususta Peygamber'i diyelim ki pek isabetli görülememiş bir hadisesinde değerlendirme nasıl olacak, bu gayrimetluv muydu değil miydi, bu hareketi, bu emir... Siz eğer vahiy mahsulünde hata yaptı derseniz bunu o gayrimetluv telakkisi ile bağdaştırmak mümkün değildir.
İKTİBAS: Tamam da yani o gayrimetluv'un delili nedir?
M. HATİBOĞLU: O delil ulema tarafından mutlak manada kat'i olarak tesbit edilebilmiş değildir asla.
İKTİBAS: Neden o zaman biz onu var sayarak ondan sonra kendimizi sıkıştırıyoruz?
M. HATİBOĞLU: Esas işte buradan kaynaklanıyor. (Niye?)
İKTİBAS: Efendim, La Hükme illâ lillah ayeti çerçevesinde recm hadisi veyahut recm haberi veyahut namazın bütün olarak öğretilmiş olması -şekil olarak- yahut dalak ve ciğer müstesna hadisi.. Yani hüküm bildiren hadislerin varlığı, bu tür hadislerin yüzlercesinin olduğunu okuyoruz. İslam kitaplarında teşhir ediliyor.
M. HATİBOĞLU: Bir defa İslam deyince neyi almak lazım neden ibarettir İslam, neyi kaynak olarak gösteriyoruz. Bir Kur'an-ı Kerim diyoruz, ondan sonra da Peygamber'in bu Kur'an'ı bize öğretiş şekli. Gerçekte Peygamber'in sünnetinin dışında bugünkü İslamiyeti anlamak mümkün değildir. Sadece Kur'an-ı Kerim bugünkü İslam olarak gördüğümüz hususu bize öğretmeye yeterli değildir. Çünkü bizim görüşümüze, kanaatimize göre İslam'ın getirdiği bir ibadet, mesela namaz ibadeti bugünkü kıldığımız namazı Kur'an-ı Kerim'in tarifi ile kılabilmek mümkün değildir. Neden? Çünkü Kur'an-ı Kerim'de namazın tam bir tafsilatı yoktur. Kur'an-ı Kerim mesela ayakta durmaktan, rükudan bahseder fakat bu şeylerden aralarda veyahut okunması gereken hususların neler olacağına dair hiçbir şey söylememiştir. Bugün namazı nasıl kılıyoruz? Allah-u Ekber ondan sonra dua okuyoruz, fatihayı okuyoruz, zammı sure, rüku ediyoruz, rüku'dan sonra sücud. Rükuların adedi bile yok Kur'an'da. Şimdi bunları bize kim öğretmiş? Bunları bize Resulullah öğretmiş. Nasıl namaz kılınacağını. Burada bir mesele çıkıyor. Resulullah Kur'an-ı Kerim'in dışında getirdiği bu bilgileri, nerden aldılar? (Kur'an'da yok, başka vahiy de yok Kur'an'ın dışında, mesela. O zaman nerden aldı?) Şimdi o zaman işin içine Cenab-ı Peygamber'in Cenab-ı Hak'la olan irtibatı meselesi geliyor. Biz bunları nereye bağlıyoruz? Mesela namaz ibadetini kimden öğrendi diyoruz? Cebrail Aleyhisselâm'dan. Cebrail Aleyhisselâm kılmış, -kitaplarımızda, hadis kitaplarımızda öyle- Peygamber de ondan öğrenmiş.
İKTİBAS: Bu hadisten namazın şeklinin, rekatının mütevatir olduğuna dair hadisler mütevatir de bunu kendisine Cibril'in öğrettiği ile ilgili haberlerin»
M. HATİBOĞLU: Şey bakımından, yani isnad veyahut hadis tekniği bakımından bu hadislere bir itiraz söz konusu değil şimdilik. Yani kitaplarımızda Buhari'de de var hemen hemen bütün hadis kitaplarımızda var. Bunun keyfiyetini yani Cebrail nasıl gelmiş, nasıl öğretmiş bunları soracak durumda değiliz şimdi. O gelen tafsilat arasında mesela Cebrail'in insan kılığına girerek geldiği gibi. Nasıl olduğu şekli bizim için müphem. Ama öğrenmiş. Şimdi bunun tarihi kaynakları nedir? sualine.. Acaba bu gerçekten Resulullah'ın kendi buluşu mu bu? denebilir. Mesela soranlar var. Avrupa'da müsteşrikler bu yolda bir izah ileri sürebiliyorlar. Mesela abdest almak değil mi? Abdest almanın erkanı Kur'an'ı Kerim'de tafsilat var mı? (Yok) Fakat bunun tafsilatını kimden öğrendi? Bize göre Cebrail'den öğrendi. Ama bazı kaynakta bunun eskiden gelme Hazreti İbrahim'den beri gelmiş olan tatbikatın tashih edilmiş -düzeltilmiş - bir şekli.
DEVAMI >>>